DEMOKRAT PARTİ’NİN DEMOKRASİ
SÖYLEMİ
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Özet
Bu
makalenin konusunu, 1945-1960 tarihsel aralığında Demokrat Parti’nin demokrasi
söylemi oluşturmaktadır. Bu eksende, Demokrat Parti’nin demokrasi söylemindeki
değişim ve dönüşüm ışığında üç ayrı evre tespit edilmiştir. Birinci evreyi
Demokrat Parti’nin muhalefette bulunduğu 1945-1950 dönemi oluşturmaktadır. Bu
evrede Demokrat Parti’nin demokrasi söylemi, demokrasinin geliştirilmesi ve
temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleri üzerine kuruludur.
1950-1954 tarihsel aralığını kapsayan ikinci evrede ise, muhalefet yıllarının
demokrasi söyleminin hızını kesmeye başladığı ve giderek demokrasinin ve bu
eksende temel hak ve özgürlüklerin sınırlarının çizilmeye başlandığı bir
dönemdir. Üçüncü evre ise, 1954 - 1960 tarihsel aralığını kapsamakta ve
Demokrat Parti’nin demokrasiden uzaklaştığı ve otoriter bir yönetim kurduğu bir
sürece tekabül etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Demokrasi söylemi, Demokrat
Parti, Cumhuriyet Halk Partisi, tek parti dönemi, siyasal iktidar mücadelesi.
The Democracy Rhetoric of Democrat Party Abstract The topic of the article is the
democracy rhetoric of the Democrat Party during the period 1945-1960. In this
context, three different seperate phases have been identified in the light of
the evolution and transformation of democracy rhetoric of Democrat Party during
years. The first phase is covered by the years
1945-1950,
when Democrat Party was in opposition. In this phase, the rhetoric of democracy
was based on to the idea of to strenghten democracy and to improve fundamental
rights and freedoms.In the second phase covering the period 1950-1954, the
rhetoric of democracy was started to slow down and the limits of the fundamental
rights and freedoms began to determined in this context. The third phase
covering the years 1954- 1960 reflects a period when Democrat Party moved away
from democracy and established an authoritarian governance. Keywords: Democracy words, Democrat Party,
Republican People's Party, single party period, political power struggle.
Demokrat Parti’nin Demokrasi Söylemi
Giriş
Bu
makalenin konusunu, Türkiye’de çok partili siyasal rejime geçilmesi ile
birlikte, keskinleşen siyasal iktidar mücadelesi ışığında Demokrat Parti’nin demokrasi
söylemi oluşturmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın sonucunda Almanya’nın ve bir
ideoloji olarak Nazizmin mağlubiyeti ve A.B.D ile S.S.C.B’nin galibiyeti,
demokrasinin uluslar arası platformda ivme kazanmasına neden olmuştur. Söz konusu
süreç, Türkiye’de de hemen yansımasını bulmuş, CHP’nin 1946 yılında yapılan
Yedinci Büyük Kurultayı’nda nazizmin kırıntılarıyla bezeli Tek Parti rejiminin
sonu ilan edilmiş ve demokrasi siyasal söylemde yerini almıştır. Demokrat
Parti’nin kurulduğu 1946 yılından iktidara yükseldiği 1950 yılına kadar CHP ile
DP arasındaki siyasal iktidar mücadelesinde, Demokrat Parti’nin siyasal
söyleminin merkezi temasını demokrasi oluşturmaktadır. Bu süreç, tersine
çevrilmiş olarak,
Demokrat
Parti’nin tek başına iktidarda bulunduğu 1950’den 1960 yılına kadar devam
etmiştir. Fakat bu sefer, demokrasi söylemi başta CHP olmak üzere muhalefet
partilerinin siyasal söyleminin merkezine oturmuş, Demokrat Parti ise, giderek
demokrasinin sınırlandırılması söylemine kaymıştır. Demokrat Parti’nin
1946-1960 yılları arasındaki demokrasi söylemine bir bütün olarak bakıldığında,
üç ayrı evre tesbit edilmektedir. Partinin kurulduğu 1946 yılından 1950 yılına
kadar muhalefette kaldığı yıllar, partinin demokrasi söyleminin en gelişkin ve
ileri olduğu tarihsel aralıktır. Ayrıca Demokrat Parti’nin
‘demokratlığından’
bahsedilebilecek olan yine bu birinci evredir. İkinci evre, 1950 - 1954
yıllarıdır. Bu evrede, birinci evredeki, Demokrat Parti’nin ‘demokrasi
mücadelesi’nin hızını kestiğini ve bu yöndeki ürkek ve tedrici adımlara rağmen
giderek demokrasinin sınırlarından söz edilmeye başlanmıştır. 1954-1960
tarihleri arasını kapsayan üçüncü evre ise, Demokrat Parti’nin giderek
otoriteryan bir yönetim kurmaya başladığı, demokrasiden giderek uzaklaştığı,
sınırlarının çizildiği ve partinin demokrat vasfını yitirdiği bir döneme
tekabül etmektedir.
1. Sınıfsal Arka Plan
Türkiye’de
‘demokrasi mücadelesi’, iç ve dış dinamiklerin bir bileşkesinin ürünüdür. Tek
parti rejiminin sonlandırılmasında ve bu doğrultuda çok partili siyasal rejime
geçilmesinde, CHP iktidarının yaşadığı hegemonya ve temsil bunalımının önemli
oranda belirleyiciliği söz konusudur. Bu doğrultuda, iç dinamikler bağlamında,
demokrasiye geçiş sürecinin gerisinde, iktidar bloku içerisindeki çelişkilerin
derinleşmesinin ve iktidar bloğunun dağılmasının yattığı söylenebilir. İktidar
partisi olarak CHP’nin, II. Dünya savaşı ile başlayıp 1950 yılına kadar süren
bu ciddi hegemonya ve temsil bunalımının nedenleri, sadece savaş dönemindeki
tasarruflarının ürünü olmayıp, aynı zamanda, savaş öncesindeki açık
tercihlerinin de bir ürünü olarak değerlendirilebilir.
Sanayi
sermayesinin geliştirilmesi misyonunu üstlenen CHP, savaş öncesinde çeşitli politikalarla
sanayi burjuvazisini geliştirmeye çalışmıştır. Bu süreçte devlet müdahalesi ile
başlayan ithal ikameci sanayileşme politikalarının neticesinde, sanayi
burjuvazisi gelişmeye başlamıştır. Devletin bu misyon doğrultusundaki çabaları
çok geçmeden ticaret ve tarım burjuvazisinin kesimsel çıkarlarıyla çatışmaya
başlamıştır. Örneğin Tezel (2002:251), devletçi ithal ikamesi çabalarının, daha
önce mamul mallar ithalatıyla doyurulan iç piyasanın önemli bir bölümünü, yeni
kurulan imalat sanayi işletmelerine yönelttiğini ve bu durumun, dış ticaretle
uğraşan tacirlerin Türk ekonomisi içinde mübadele sistemi içindeki iktisadi
gücünü göreli olarak zayıflattığını belirtmektedir. Ona göre, devlet
kapitalizmi aracılığıyla, daha çok bütünleşmiş bir sanayi ekonomisi kurma
girişimi, o döneme kadarki varlık nedeni, iç bütünleşmesi oldukça cılız olan
Türk ekonomisini, tarım ürünleri ihracatı ve mamul mallar ithalatı ile dünya
ekonomisinin metropollerine bağlamak olan ticaret çevrelerinin alışkanlıklarına
yönelik bir tehdit görünümündedir. Devletçi uygulamalar nedeniyle kamu kesiminin
dış ticarette ve özellikle ithalattaki payı büyümüş, devletin daha önce özel
şirketler aracılığıyla yaptığı ithalatın bir bölümünü kamu kuruluşları
aracılığıyla yapılmaya başlanmış ve bu süreç de ticaret sermayesinin gücünü
zayıflatmıştır.
II. Dünya
Savaşı’nın belirleyiciliği altında, Türkiye’de baş gösteren savaş ekonomisi
koşulları, 1 iktidar bloku içindeki sınıf fraksiyonları arasındaki 1 Köymen
(2008:132–134), 1938–1945 arasındaki savaş ekonomisi koşullarının genel olarak
sermaye birikimini, özellikle de tarımdan kaynaklanan sermaye birikimini çelişkilerin
yoğunlaşmasına yol açmıştır. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, devlet eliyle
yürütülen bu ithal ikameci sanayileşme politikalarının kesintiye uğramasına
neden olmuştur. Özellikle ihracat ve ithalatta yaşanılan
tıkanıklıklar,
savaş koşullarında bu politikaların sürdürülmesini büyük ölçüde zorlaştırmıştır.
Buna karşılık, savaş ekonomisinin yarattığı kaotik ortamda, spekülatif
kazançlarını artıran ticaret ve tarım burjuvazisi, savaşın rantını toplayarak
hızla zenginleşmiştir. Savaş ekonomisi, bütün ağırlığını ise, özellikle emekçi
kesimler ve sabit gelirli toplumsal kesimler üzerinde
hissettirmiş,
savaşın maliyetini yine büyük ölçüde söz konusu bu kesimler üstlenmiştir.
Emekçi kesimler, artan vergiler ve yükümlü kılındıkları angaryalar nedeniyle,
çok zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır.
Savaş
döneminde artan karaborsa ve ihtikâr süreci, siyasal iktidarın ciddi anlamda
müşkül duruma düşmesine neden olmuş, temel tüketim mallarında yaşanılan kıtlık
ve artan enflasyon, geniş halk kesimlerini sefalete sürüklerken, tarım ve
ticaret burjuvazisi ise bu süreçten ciddi oranda rant elde etmiştir. Bu durum
ise siyasal iktidarın (CHP hükümetinin) bu kesimlere tavır almasına neden olmuştur.
Zira savaş döneminde CHP hükümeti, sık sık ticaret ve tarım
burjuvazisinin
spekülatif kazançlarını eleştirmiş ve sorumsuzluklarından yakınmıştır. Örneğin
dönemin Ticaret Bakanı, 1940 yılında, tacirlerin, ihracatta olduğu kadar
ithalatta da memleketin yüksek menfaatlerinin bekçisi olan hükümetin takip
ettiği siyasetin sadık mümessili olmak zorunda olduğunu vurgulamış ve zamanın
ikili ticaret anlaşmalarının bünyesinin ihracat ve ithalatın… en
ehemmiyetlilerinin devletleştirilmesine çok müsait olduğunu hatırlatarak, örtük
bir tehditte bulunmuştur. Aynı şekilde yine dönemin başbakanı Refik Saydam da,
“tüccarın kendi normal yaşamasını kendisi… takdir ve temin… etmezse, tüccarın
tamamen toplumun içersisinden çıkarılması lazım gelen bir unsur olduğunu” söylemiştir.
Yine Saydam, 1941 yılında mecliste yapmış olduğu konuşmada da, ithalatçı
tüccarlardan şikâyeti olduğunu, vazifelerinin yalnız kendi menfaatlerine
inhisar etmediğini, onun fevkinde umumi menfaatin hâkim olduğunu anlatmaya
çalışacağını, fakat bunda başarılı
olamaması
halinde ithalatı yalnız devlete inhisar ettirmek teşebbüsünde bulunacağını
belirtmektedir.
Ayrıca
cumhuriyetin kuruluşundan itibaren işçilerden ve köylülerden vergi, fiyat ve
ücret politikalarıyla büyük toprak sahibi ve tüccarlara kaynak aktarımının
gerçekleştirildiğini belirtmektedir. Şuursuz bir ticaret havası, haklı
sebepleri çok aşan bir pahalılık belası… Bulanık zamanı bir daha ele geçmez
fırsat sayan eski çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı
ticaret metası yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar… büyük bir milletin
hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar… Ticaretin ve
iktisadi faaliyetin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç
kimseye, hiçbir zümreye tanımayız (İnönü,
Savaş ekonomisi koşullarında, mali ve iktisadi bir darboğaza sürüklenen
siyasal
iktidar, emekçi toplumsal kesimlerin savaş ekonomisinin bütün ağırlığını sırtlamalarına
karşılık, ticaret ve tarım burjuvazisini hızla zenginleştiren spekülatif
kazançlarının, toplumsal formasyonun bütünlüğünü tehdit etmeye başlamasıyla
sürece müdahale etmeye çalışmış, savaşın maliyetini tüm toplumsal kesimlere
yayma ve bu eksende özellikle savaşın rantını toplayan ticaret ve tarım
burjuvazisinin bu spekülatif kazançlarını
vergilendirmek
amacıyla, bir dizi iktisadi politikayı hayata geçirmiştir. Bu eksende Milli
Koruma Kanunu,2 Toprak Mahsülleri Vergisi ve Varlık Vergisi’ni yürürlüğe
sokmuştur. Fakat uygulamada bu politikalar, her ne kadar bütçe açıklarını
gidermek ve bozulan gelir dağılımı yeniden düzenlemek adına çıkarılsa da
uygulamada amacından sapan sonuçlara yol açmış, krizin hafifletilmesi bir yana
siyasal iktidarın meşruiyetini ciddi anlamda sarsarak,
hegemonya
ve temsil bunalımının derinleşmesine neden olmuştur. Söz konusu politikalar,
iktidar blokunun çözülüşüne ivme kazandırırken, fraksiyonlar arasındaki
çelişkilerin derinleşmesine yol açmıştır. İktidar bloku içerisindeki çelişkilerin
derinleşmesi, esas olarak, savaş ekonomisi koşullarında, bürokrasinin sermaye
birikimini koruma altına almak ve bu doğrultuda burjuvazinin uzun vadeli
çıkarlarını gözetme misyonu ile burjuvazinin savaş
ortamının
spekülatif koşullarından beslenen kısa erimli çıkarlarını, özellikle ticarette
millileştirmeye yönelik eylemleri ima ettiğini belirterek, kanunun çıktığı yılda
ithalatçı ve ihracatçıları denetlemeye ve dış ticaretin bir bölümünün bazı kamu
kuruluşları aracılığıyla yapılmasına yönelik kararların alınmaya başlandığını
ifade etmektedir. Örneğin 1941 yılında Ticaret Vekâleti’ne bağlı İaşe teşkilatı
ve ayrıca Ticaret Ofisi ve Petrol Ofisi kurulmuştur.
Örneğin
Varlık Vergisi’nin neticesinde, Saraçoğlu kurduğu ikinci hükümet döneminde
gerçekleştirme arzusunun çelişmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Söz konusu
bu çelişki ise, sermayenin uzun erimli çıkarları adına hareket eden CHP’nin,
toplumsal formasyonun bütünlüğünü ve birliğini koruma ve sermaye birikimin
güvence altına alınması adına, üretimin toplumsal koşullarının sağlanması ve
yeniden üretiminin gereklilikleri karşısında uygulamaya çalıştığı söz konusu bu
politikalarla birlikte giderek keskinleşmeye başlamıştır.
Uygulanmaya
çalışılan politikalar, özellikle ticaret ve tarım burjuvazisinin, kesimsel
çıkarlarını aşmaya başladığında ise, siyasal iktidar mücadelesi şiddetlenmiş ve
CHP’yi siyasal iktidardan uzaklaştıracak olan iktidar bloku içindeki çatışmanın
piminin çekilmesine neden olmuştur. Bu çatışmanın en açık tezahürünü ise,
şüphesiz Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu oluşturmaktadır.
Savaşın
bitmesine rağmen İnönü’nün ağırlığını koymasıyla yürürlülüğe konulan söz konusu
bu kanun, iktidar bloğu içerisindeki sınıf fraksiyonları arasındaki çelişkiler
doğrultusunda, siyasal iktidar mücadelesinde, tarım ve ticaret burjuvazisinin
iktisadi alanda güçlenmelerine paralel olarak, siyasal alanda da etkinlik
kazanma, hükümetin siyasal ve iktisadi politikalarını yönlendirme ve etkileme
arzularının farkındalığından kaynaklanan bir bilinçle, söz konusu
fraksiyonların
dizginlenmesi,4 özellikle büyük toprak sahiplerinin, topraklarını müsadere etme
yetkisinin ele geçirilerek iktisadi güçlerinin kırılıp, denetim altına
alınmaları ve böylelikle siyasi nüfuzlarının azaltılması amacına hizmet ettiği
söylenebilir. Ayrıca söz konusu kanunun, iktidar bloku içerisindeki çatışmanın
şiddetlenmesiyle derinleşen, CHP iktidarının aşınan meşruiyetini onarma ve
özellikle savaş ekonomisi karşısında ağır külfetler yüklenilen köylülüğün
desteğinin sağlanarak, iktidar mücadelesinde saflarını sıklaştırma
arayışına
tekabül ettiği söylenebilir. En uç noktasını Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun
oluşturduğu söz konusu politikalar dizgesi, CHP’yi temsil krizini derinleştirmiş
ve özellikle tarım ve ticaret burjuvazisinin, artık CHP’yi kendi kesimsel
çıkarlarının sözcüsü olarak görmemelerine neden olarak, yeni bir siyasal
örgütlenme içerisine girmelerine yol açmıştır.
Türkiye’de
rejim değişikliği ve bu eksende Demokrat Parti’nin doğuşu, bu iç dinamiklerin
ve dış konjonktürün bileşkesi altında görece sorunsuz biçimde gerçekleşmiştir.6
II. Dünya Savaşı’nın belirleyiciliği altında uluslararası konjonktürdeki
gelişmeler de, ‘’demokrasi’ye geçişe önemli ölçüde ivme kazandırmıştır.
Denilebilir ki, Türkiye’de söz konusu dönemdeki rejim değişikliğinin
gerisindeki temel itkilerden biri de, ticaret ve tarım burjuvazinin kesimsel
çıkarları ve bunun sözcüsü olan Demokrat Parti’nin politikaları ile II. Dünya
Savaşı’nın galiplerinden biri olan ABD’nin çıkarları arasındaki koşutluktur.
Çıkarlardaki bu tekabülüyetin yanı sıra, tek parti iktidarının, hem savaş
ekonomisinin neden olduğu bütçe açıklarını finanse edebilmek hem de savaş
sonrasında izleyeceği kalkınma politikalarını yürütebilmek için, gereksinim
duyduğu mali kaynak ihtiyacı, Türkiye’nin, A.B.D’nin önderliğine soyunduğu ve
temel parametrelerini ise serbest pazar ekonomisi ve demokrasinin oluşturduğu uluslararası
ekonomik ve siyasal düzene eklemlenmesine ivme kazandırmıştır... Mali ve
iktisadi krizin yanı sıra siyasal bunalımında kıskacı altında siyasal iktidar,
uluslar arası konjonktürdeki gelişmeler ışığında siyasal, sosyo-kültürel ve
iktisadi politikalarını esnetmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, mecliste
beliren muhalefet karşısında siyasal iktidar ilk etapta zora dayanmıştır. Bunun
açık bir göstergesi ise, sertlik yanlısı olarak tanınan Recep Peker’in 1946
yılında başbakanlığa atanmasıdır.
Fakat
daha sonrasında siyasal iktidar, 12 Temmuz Beyannamesi’nde gözlemlenebileceği
üzere, muhalefetle uzlaşma yolunu seçmiştir. 1946-1950 CHP iktidarı döneminde
gerçekleştirilen dört hükümet değişikliği de bu bağlamda anlam kazanmaktadır.
Söz konusu bu uzlaşmada, Eroğul’a göre (1990: 118), dış faktörlerin
belirleyiciliğinin önemli bir göstergesi, Truman Doktrininin sonucu olan ilk
Türk-Amerikan askeri işbirliği antlaşmasının da 12 Temmuz 1947’de yani 12
Temmuz Beyannamesi ile aynı günde imzalanmasıdır. Fakat siyasal iktidarın hem
siyasal rejimde gerçekleştirdiği değişikliğe hem de iktisadi politikalardaki
yapmış olduğu esnekliğe rağmen, sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasal bir
prensip olarak kabul ettiği devletçilik politikasından bütünüyle vazgeçmemesi, üstelik
bu doğrultuda ulusal sanayinin geliştirilmesi misyonundan da bir türlü feragat
etmemesi, Demokrat Parti’nin kuruluş sürecinin ve 1945-1950 yılları arasındaki
iç ve dış konjonktürün ayrıntılı bir analizini yapan, son dönemde yayınlanan
oldukça kapsamlı bir çalışma için ABD’nin inşa etmeye yöneldiği iktisadi ve
siyasi düzenle ilgili olarak 1944 yılı yaz aylarında Başvekil Saraçoğlu’nun
‘Harp Sonrası Kalkınma Planı ve Programı’nın hazırlanması arzusuyla başlayan,
1945 Mayısında Meclise A.B.D’nin çıkarları ile CHP’nin çıkarlarının
kesişmemesine yol açmıştır.
Özellikle
talep edilen kredi başvurularının başarısızlıkla sonuçlanmasında somutlaşan bu
durum, A.B.D ile tarım ve ticaret burjuvazisinin sözcülüğünü üstlenen Demokrat
Parti’nin yakınlaşmasına hız kazandırmıştır. Bu yakınlaşma, Demokrat Parti’nin
iktisadi politikalarında izdüşümlerini gösterdiği gibi, özellikle ABD’nin ‘hür
dünya’nın önderliğine soyunması ve Demokrat Parti’nin de buna paralel olarak
demokrasinin temel hak ve hürriyetlerin
savunuculuğunu
üstlenmesine ivme kazandırmış ve CHP hükümetinin de bu konuda bir açılıma
gitmesini koşullandırmıştır.
CHP’nin
bir yandan ülkenin yeni uluslararası siyasal düzende kendi meşruiyetini
gerçekleştirme arzusu bir yandan da ülkede baş gösteren siyasal bunalım
koşullarında yaşadığı temsil krizi, CHP’yi siyasal sitemde ve rejimde restorasyona
yöneltmiştir. Bu bağlamda CHP’nin 1946 olağanüstü kurultayı dönüm noktasını
simgelemektedir. Söz konusu bu kurultayda, fiili olarak Tek Parti sisteminin
sonunu ilan edilmiş ve parti başkanının değişmez olmaktan çıkarılıp seçimle
tayin edilmesi, ‘şef’ deyiminin ‘parti başkanı’na çevrilmesi için parti
tüzüğünde gerekli değişikliklerin yapılması kararlaştırılmıştır.
Demokrat
Parti’nin, tüm müdahalelere rağmen 1946 seçimlerinde siyasal iktidarın hiç de
ummadığı şekilde bir çıkış yakalaması, siyasal iktidar için mücadelenin aynı
zamanda bir ‘demokrasi mücadelesine” dönüşmesine hız kazandırmıştır.
2. Demokrat Parti’nin
Demokrasi Söylemi
2.1. I. Evre
(1945-1950): CHP’nin İktidarı Demokrat Parti’nin Muhalefeti
Muhalefet
yıllarında Demokrat Parti, meşruiyetini ve ideolojik söylemini esas olarak
demokrasiye dayandırmaya çalışmıştır. Nitekim 1949 tarihli Demokrat Parti
programının umumi esaslar birinci maddesinde bu açıkça karşımıza çıkmaktadır:
Siyasi
hayatımızın birbirine karşılıklı saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna
inanan Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geniş ve ileri bir
anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle
yürütülmesine hizmet
maksadıyla
kurulmuştur (Demokrat Parti, 1949: 47).
Meşruiyetin
demokrasi üzerinde inşa edilmeye çalışılması, demokrasinin de büyük ölçüde
millet iradesiyle, millet egemenliğiyle ve hür seçimlerle özdeşleştirmesi ve bu
bağlamda vatandaşların hak ve hürriyetlerinin ön plana çıkarması şüphesiz
Demokrat Parti’ye CHP’ye karşı yürüttüğü siyasal iktidar mücadelesinde
kullanabileceği önemli ideolojik araçlar sağlıyordu. Denilebilir ki, Demokrat
Parti’nin elinde oldukça muğlak olarak tanımlanan ve pragmatik olarak
kullanılan demokrasi silahının temel hedefi ve gayesi, bu siyasal iktidar
mücadelesinde
CHP’nın alt edilmesidir. Örneğin Menderes, 1946 yılında bir gazetede yayınlanan
yazısında, Demokrat Parti’nin en bariz vasfını, tek partili idareye son vermek
isteyen hareket ve cereyanı temsil eden bir siyasal teşekkül olarak
belirlemekteydi.13 Bu eksende, Demokrat Parti’nin belki de en önemli vaadi,
devletin halka yakınlaştırılmasıydı. Keza parti programının 19. maddesinde dile
getirilen “iç işlerimizde, hükümeti ve teşkilatı, halkın dışında ve üstünde bir
varlık değil, sadece halk tarafından amme vazife ve hizmetlerini
görmek
üzere kurulmuş bir idare cihazı olarak saymak, esaslı bir prensibimizdir”
anlayışı bunun bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Devleti halka
yaklaştırma vaadinde, Demokrat Parti’nin kullandığı siyasal üslup da oldukça
etkili olmuştur. Tek Parti yönetiminin milli iradeyi yok saydığı, halkın siyasi
olgunluğuna güvenmediği göndermeleri ve bunun bir ölçüde realiteyle uyuşması,
Demokrat Parti’nin Tek Parti idaresinden hoşnutsuz olan halkın özlemlerine
cevap vermesini ve milli iradenin temsilciliğine soyunmasını “Hürriyet Nizamı,
memleketin vatandaşın reyi ile idaresi nizamı demektir” (Menderes, 1960,
der. Kılçık, 1992d: 147).
kolaylaştırdığı
söylenebilir. Böylelikle meşruiyetini seçimle iktidara gelmesine yani millet
iradesinin temsilcisi ve sözcüsü olma anlayışına dayandıran ve seçim
stratejisini büyük ölçüde Tek Parti iktidarının devrilmesi esasında temellendiren
Demokrat Parti, bu bağlamda farklı toplumsal kesimleri kendi bünyesinde
toplayarak iktidarın yolunu kendisine açmaya çalışmıştır. Bu iktidar yolunda
ise, demokrasi kavramının içeriği, Demokrat Parti’ye siyasal iktidarın yolunu
açacak ideolojik araçlarla doldurulmaya çalışılmıştır. Hür seçimler ve seçim
sisteminin değiştirilmesi,15 basın özgürlüğü,16 ibadet özgürlüğü, grev hakkı,
milli iradenin egemenliği ve sürekli Tek Parti dönemi politikalarının gündemde
tutulması (ki bu maziyi sürekli canlı tutma stratejisi iktidarlarının sonuna
kadar devam edecektir) bunlardan sadece birkaçıdır.
CHP,
keskinleşen siyasal iktidar mücadelesinde, Demokrat Parti’nin muhalefeti
karşısında, demokrasiye yeşil ışık yakmasına rağmen, sınırlı ve denetim altında
olan bir demokrasi anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Örneğin 1945 yılında
İnönü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yedinci dönemi ve üçüncü yasama yılını
açış nutkunda “demokrasinin her millet için müşterek Türk milletinin kalbindeki
hürriyet aşkını söküp çıkarmaya kimsenin gücü
yetmeyecektir…
Demokrat parti’yi bu memleketten silip süpürmeğe muktedir iseniz her
vatandaşın, her Türk’ün kalbine, elerinizi sokup, orada yanan hürriyet aşkını söküp
çıkarınız… (Menderes, 1947, der. Esirci, 1967: 74).
Seçim
mevzusu, Demokrat Partinin ilk kongresinde almış oldukları sonradan Hürriyet
Misakı altında toplanmış olan üç karardan biriydi: “1-Vatandaş hak ve hürriyetlerini
haleldar mahiyette olan ve Anayasamızın metnine veya ruhuna uymayan kanun
hükümlerinin kaldırılması, 2- Vatandaşın reyinin emniyet ve masuniyetini
sağlamak ve milli hakimiyet prensibini teminat altına almak maksatlarıyla seçim
kanununda değişiklikler yapılması, 3- Devlet Reisliği ile fiili Parti Reisliğin
bir zat uhdesinde birleşmemesi esasının kabulü” (Bayar, 1947: 12-13). Yeni
seçim kanunu, 16 Şubat, 1950 yılında T.B.M.M’den geçmiş 21 Şubatta da
Resmi
Gazete de yayınlanmasıyla yürürlüğe girmiştir. Söz konusu bu kanunla da tek
dereceli, genel, eşit ve gizli oy açık tasnif ilkesine dayalı çoğunluk sistemi böylece
kabul edilmiştir.
Basın
özgürlüğün savunusu, Demokrat Parti açısından oldukça işlevseldir; keza aydınların
ve özellikle CHP’ye karşı beliren muhalif basının bu davada Demokrat Parti
lehine kazanılması, kamuoyunun oluşturulmasında, halkın Demokrat Parti ekseninde
örgütlemesinde ve meşruiyetin tesisinde oldukça önemlidir. Örneğin 1949 yılında
Menderes matbuat hürriyeti konusunda şu sözleri sarfetmiştir:
Vatandaş
hak ve hürriyetlerinin en büyük teminatı olan matbuat hürriyetine artık hiçbir
suretle dil uzatılmamalıdır. Vatanperver Türk matbuatı ve DP şimdiye kadar olan
mücadeleleriyle iktidarı bir daha daha nikabını atmak mecburiyetinde bırakarak büyük
bir vatani vazife yapmıştır (Menderes, 1949; der. Esirci, 1967: 194).
Türk
milleti kendi bünyesine ve karakterine göre demokrasinin kendi için
özelliklerini bulmaya mecburdur” diyecektir. Bunun yanında Türkiye’de bir temel
olarak cumhuriyetin bir halk idaresi olarak kuruluşu nedeniyle, ilk günden bu
yana demokratik karaktere zaten sahip
olduğunu
ve bu demokratik karakterin bütün cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza
olunduğunu belirterek, ülkedeki demokrasinin tek eksiğinin hükümet Partisinin
karşısında bir parti bunmaması olduğunu vurgulamaktadır.
CHP,
önemli ölçüde Demokrat Parti’nin muhalefeti karşısında, demokratikleşme yönünde
bir takım düzenlemeler yapmıştır. Örneğin her iki parti arasında açıkça siyasi
çekişmeye konu olan seçim mevzusu, eski iki dereceli seçim yerine tek dereceli
seçimin kabulü ile Demokrat Parti’nin zaferiyle neticelenmiştir. Ayrıca Basın
Kanunu’nun 50.maddesi de kaldırılmış ve böylelikle gazete kapatma yetkisi idari
makamlardan alınıp mahkemelere verilmiştir. Din ve ibadet özgürlüğü ekseninde
de çeşitli adımlar atılmıştır.
Cemiyetler
Kanunu’nda yapılan değişiklikle de, sınıf esasına göre dernek ve siyasal parti
kurma yasağı kaldırılmıştır. Fakat Makal (2002: 216-226), siyasal iktidarın,
söz konusu konuna ekledikleri bir takım maddelerle sendikal faaliyetleri
denetim altında tutmaya çalıştığını ifade etmektedir. Bunun bir göstergesinin,
eski yasanın idari makamlara cemiyetler üzerinde geniş denetim yetkisi veren
maddelerine ve bu arada zabıtaya cemiyetlerin merkez ve müesseselerine girme
yetkisi veren 29. maddesine dokunulmamasıdır. CHP ile Demokrat Parti arasında
bir ‘demokrasi mücadelesi’ olarak sunulan siyasal iktidar mücadelesinde,
ilginçtir ki, 16 Aralık 1946 günü, iki siyasi parti (Türkiye Sosyalist Emekçi
ve Köylü Partisi ve Türkiye Sosyalist Partisi), bu partilere yakın olan altı
gazete ve dergi ile birlikte, ‘mevcut sendikalardan bu partiler veya onlardan
aldıkları direktiflerle hareket eden kimseler tarafından kurulan ve (İnönü,
1945, der. Cihan, 1993: 60-61) Menderes Kütahya da yaptığı bir konuşmasında,
milli hâkimiyet prensiplerinin tam olarak tatbik edilmesini iktidarı tayin eden
seçimlerin dürüst ve serbest yapılmasına bağlayarak, emniyetli seçim kanununun
millete mal edilmesi meselesinin memlekette çok partili siyasi hayatın
başladığı günden itibaren karşılaşılan ve birçok sebeple halli çok zor müşkül
görünen büyük bir dava olduğunu belirtmektedir.
Bu nedenle
de yıllardır devam eden siyasi mücadelelerin de mihverini teşkil ettiğini
söylemektedir.
(Menderes, 1947, der. Kılçık, 1991b:
420) Türkiye’de liberalleşme ve demokratikleşme çabalarına uygun olarak
Cemiyetler Kanunu’ndaki sınıf esasına göre dernek kurma yasağının kaldırıldığını
ve bir yıl sonra da ilk Sendikalar Kanunu’nun çıkarıldığını
belirtmektedir.
İlk Sendikalar Yasası’nın sendikaların siyasetle uğraşmasını ve grevi
yasakladığını
da vurgulamaktadır. Birliği ve İşçi Kulübü kapatılmıştır. Bu kapatılmalar, hem
CHP iktidarının hem de Demokrat Parti’nin demokrasi algısının sınırlarını da
göstermektedir.
Aynı
zamanda, bu kapatılma dalgasına demokrasi savunuculuğuna soyunan muhalefet
partisi olarak Demokrat Parti’nin gösterdiği tepkisizlik, komünizm konusunda
her iki parti arasında gerçekleşen mutabakatta aranmalıdır. Örneğin Demokrat
Parti’nin grevi, kabul edilmesi gerekilen doğan bir hak olarak savunması
karşısında (ki kendi iktidarları döneminde bu hakkı tanımayacaklardır) CHP,
grevin bütün dünyada sadece komünistler tarafından yapıldığını ve grev
hakkından Bolşeviklerin istifade edeceğini söyleyerek bu konudaki tavrını
açıkça ortaya koymuştur.23 Fakat, Demokrat Parti, CHP’nin bu demokrasi
yönündeki açılımlarından ne Matbuat Kanunu’ndaki ne Cemiyetler Kanunu’ndaki ne
de dinsel özgürlükler konusundaki adımları yeterli bulmuştur.
Sıkıyönetimce
kapatılan bu iki partinin mahkemedeki davalarının senelerce sürdüğünü Türkiye
Sosyalist Partisinin beraat ettiğini ve 1950’de tekrar kurulmasına rağmen 1952
de tekrar kapatıldığını ve sekiz sene süren davanın neticesinde söz konusu bu
partinin yine beraat ettiğini belirtmektedir. Ahmad, ayrıca bu iki partinin de
kapatılmalarına gerekçe olarak yabancı çıkarlara hizmet ettiklerinin ileri
sürüldüğünü vurgulamaktadır.
Demokrat
Parti’nin savunduğu grev hakkının muhtemelen iktidarın denetiminde bir grev
imkanı tanınması ile sınırlı olduğunu ifade ederek, bu konuda dikkat edilmesi
gereken temel noktanın Demokrat Parti’nin seçim propagandası sırasında grev
hakkının hiçbir şekilde ön plana çıkarılmaması olduğunu söylemektedir. Örneğin
Demokrat Parti İstanbul Milletvekili Fuat Hulusi Demirelli mecliste yapmış
olduğu konuşmasında, partisinin hiçbir zaman grev
hakkını
mutlak bir hürriyet olarak tanımadığını, grev hakkı tesis edilirse, bu tahkimin
de tahkiminin gerekeceğini vurgulayarak, bu hakkın tesis edilirse, bunun elbette
kanuni bir nehcinin olacağını ve kanuni hükümlere bağlı olacağını belirtmiştir.
Koçak, ayrıca, Demokrat Parti’nin grev hakkını, sadece işçilerin yoğun bulunduğu
kentlerde ve muhtemelen seçim stratejisinin bir parçası olarak işlediğini, ancak
genel nitelikteki propaganda çalışmalarında ve konuşmalarında ise, birkaç cümle
ile geçiştirdiğini belirtmektedir.
Zira
Koçak’a göre, CHP ile Demokrat Parti arasında vesayetçi bir siyasal sistem
konusunda hiçbir fark bulunmamaktadır. Çünkü, sendikalar yasa tasarısının
mecliste müzakeresinde, bu tasarının sadece grevi yasaklamakla kalmayıp, aynı
zamanda pek çok hükmüyle çeşitli yasaklar ve sınırlamalar barındırmasına
rağmen, ancak bunlar hakkında hem iktidar partisi olan CHP hem de muhalefet
partisi olarak DP tarafından desteklendiğini ve hiçbir şekilde tartışma konusu
yapılmadığını da vurgulamaktadır.
2.2. 1950-1953:
Demokrat Partinin İktidarının İkinci Evresi
1950
seçimlerini, mutlak bir üstünlükle Demokrat Parti kazanmıştır. Muhalefet
yıllarında ‘devri sabık yaratmayacağız’ sloganıyla demokrasi savunuculuğuna
soyunan Demokrat Parti, iktidara geldikten sonra, demokrasinin ve bu bağlamda
savunduğu hak ve hürriyetlerin sınırlarını çizmeye başlamıştır. Örneğin hemen
ilk hükümet programlarında, sol hareketi
ve
özellikle komünizmi bir fikir hürriyeti olarak telakki etmediğini belirtilerek,
hükümetin temel amaçlarından birinin de millete mal olmuş inkılâpların korunması
adına, bu cereyanlarla mücadele olarak tespit edilmektedir:
Millete mal olmuş inkılâplarımızın korunmasından bahsetmiştik.
Bu konuda bilhassa üzerinde duracağımız mesele, memleketi içinden yıkıcı aşırı
sol cereyanları kökünden temizlemek
icap eden kanuni tedbirleri almaktır. İrtica ve ırkçılık
gibi cereyanları vasıta olarak kullanan ve çok defa kendisini bu maske altında
gizleyen aşırı solcu hareketlere karşı gereken bütün kanuni tedbirleri almakta asla
tereddüt etmeyeceğiz. Biz bugünün şartları içinde aşırı sol
cereyanları, fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalaa
etmek gafletinde bulunmayacağız (Menderes,
1950, Der.Kılçık, 1991c:27-28).
Muhalefet
yıllarında demokrasiyi tekeline alan ve kendileri iktidara gelene kadar
Türkiye’de cumhuriyetin yalnızca şekilden ibaret olduğunu söyleyen25 Demokrat
Parti’nin, iktidarı döneminde demokrasiyi sınırlamasının da temel bahanesi, bu
eksende, çoğunlukla komünizm tehdidinin varlığı Demirel de (2005: 499),
Demokrat Parti’nin muhalefette benimsemiş göründüğü özgürlükçü çizginin kırılganlığının,
iktidarının ilk yıllarından itibaren ortaya
çıkmaya
başladığını belirtmektedir. Demirel, birçok DP’li için, CHP’nin iktidardan uzaklaştırılması
ile hürriyet rejiminin mütekâmil bir biçimde tesis edildiği anlamına geldiğini
ve bu nedenle DP iktidara geldikten sonra özgürlüklerin genişletilmesinin partinin
gündeminden çıktığını ifade etmektedir. Üstelik DP, iktidarı döneminde, muhalefetteyken
eleştirdiği CHP iktidarının politikalarını da aynen takip etmiştir.
“Şekli
cumhuriyet olan bir çok idarelerde millet idaresinin hiçbir veçhile hakim olmadığını,
aksine olarak şekli cumhuriyet olmayan birçok idarelerde ise millet idaresinin
kayıtsız şartsız hakim olabildiği misalleriyle herkesin bildiği bir hakikattir.
Bu itibarla cumhuriyetin daha ziyade bir şekil meselesi olduğunu iddia etmekte
hata yoktur. O halde çok evvel ilan edilmiş olmasına rağmen 14 Mayıs tarihini,
bu memlekette tam manasıyla demokratik bir cumhuriyetin teessüsü mebdei olarak
kabul etmek hakikatin tâ kendisidir” (Menderes, 1950a, der. Doğan, 1957) Örneğin
Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142’inci maddelerinde yapılması düşünülen
değişikliğin, muhalefetten ve özellikle büyük desteğini aldığı İslami kesimden
gelen yoğun tepki karşısında26, söz konusu bu değişikliğin komünizme karşı
mücadeleyi kolaylaştırma adına düşünüldüğünü belirtilmektedir:
Arkadaşlar, biz vatanı müdafaa etmek maksadıyla böyle bir kanunu
getirdik. Hürriyetlerimizin mevcut olabilmesi için evvele vatanın mevcut
olabilmesi lazımdır. Vatanın mevcut olabilmesi için istikbalimizin mahfuz
bulunması lazımdır. Bu da evvela bir istikbal
davasıdır. Politika yapabilmek için, üzerinde yaşayabilmek
için, vatandaş olabilmek için bir vatanın mevcudiyeti şarttır. Bu dava, bizim
davamız şimdi hürriyetlerimizle beraber vatan hudutlarının müdafaası, bekamızın
müdafaası meselesidir…..arkadaşlar, müteaddi ve mütecaviz bir kuvvet olarak
hürriyet perdesi arkasında cemiyetimizin temelini tahrip etmeye çalışan
kuvvetlerin teşkil ettikleri tehlike günden güne büyümektedir (Menderes, 1951, Der. Kılçık, 1991c:451,456).
Yine
aynı şekilde, Demokrat Parti muhalefet yıllarında bütün hürriyetlerin teminatı
olarak telakki ettiklerini ifade ettikleri matbuat hürriyetini de yine
sınırlarını çizmeye başlamışlardır. İlginç olan bu dönemde, artık zamanının
geldiği gerekçesiyle bu hakkı CHP’nin savunmaya başlamasıdır. Bu dönemin
sonlarına doğru Demokrat Parti muhalefet yıllarındaki demokrasi
söyleminden
giderek uzaklaşmaya başlamış ve demokrasinin sınırları olması gerektiğinden
bahsetmişlerdir. ilginçtir ki, bir önceki bölümde yer verilen İnönü’nün 1945
yılında söylediği “demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu
gibi, her milletin karakterine ve kültürüne göre birçok özellikleri vardır.
Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre
demokrasinin
kendi için özelliklerini bulmaya mecburdur” sözünü anımsatırcasına (ki bu sözü
Demokrat Parti, CHP’nin demokrasi prensibinin samimiyetsizliğinin bir
göstergesi ve demokrasi üzerinde bir sınırlama getirilmeye çalışıldığı
gerekçesiyle eleştirmişti), Menderes (1953, der. Doğan, 1957a: 175),
demokrasinin, mutlak ve hudutsuz bir hürriyet anlamına
gelmediğini,
demokratik rejimde bir yandan hürriyetlerin mahfuz bulundurmanın yanı sıra, bir
de nizam zaruriyetinin olduğunu ifade etmektedir. Buradan hareketle Menderes, nizamın
temini maksadıyla vaz’edilen hudutların, her memleketin bünyesine ve içinde
yaşadığı şartlara, hatta dünya içinde işgal ettiği coğrafi mevkiye göre
değiştiğini söyleyerek, bu coğrafaya parçasında oturan ve her şeyden evvel
kendisini dış tehlikelere karşı muhafaza mecburiyetini hisseden bir millet
için, fikir hürriyeti prensibi ile kendilerini maskelemek
isteyenler
karşısında tek zaruri tedbirin bu olduğunu söylemektedir. Demokrasi konusunda
atılan geri adımlardan biri de, muhalefet yıllarında bağımlı sınıfları yanına
çekmek isteyen ve demokrasi stratejisini somut bir gerçekliğe büründürmeye çalışan
Demokrat Parti’nin, bir hak olarak savunduğu grevi kendi iktidarları döneminde
bir türlü kabul etmemesidir. (Buğra 2008: 163-164),
1950’de
kurulan birinci DP hükümetinin programında bir vaat olarak bu hakkın bulunduğunu
fakat, 1951 ikinci DP hükümeti programında grev hakkından hiç söz edilmezken,
1954 üçüncü Demokrat Parti programında ise, grev ve sendika kelimelerinin
ikisinin de birden yok olduğunu belirtmektedir. Birinci Menderes Hükümeti
programında grev hakkı şu şekilde yer almaktaydı: “Demokrasi Prensiplerine göre
tabii bir hak olarak tanıdığımız grev hakkını sair
demokrat
memleketlerde olduğu gibi, içtimai nizamı ve iktisadi ahengi bozmayacak suretle
kanunlaştıracağız” (Öztürk, 1968: 360). Ayrıca Demokrat Parti programının (1949:
49), 7. maddesinde, bütün meslek ve tesanüt teşekküllerinin manevi şahsiyet olarak
her türlü siyasi tesir ve maksatlar dışında kalmaları şartıyla, işçi sendikalarının
grev hakkının tanınması fikrinde olunduğu da belirtilmektedir.
1951
hükümet programında iş hayatına ilişkin madde şu şekilde düzenlenmişti: “iş hayatının
düzenlenmesinde, Demokrat Parti programının sosyal adalet yolundaki hedeflerinin
tahakkukuna çalışılacaktır. İşçilerimizin haklarının korunması ve geleceklerinin
teminat altına alınması, işçi ve işveren münasebetlerinin adaleti ve tatminkâr
bir nizama bağlanması hususundaki gayretlere hızla devam olunacaktır. Ücretli
mezuniyet ve ya ücretli hafta sonu tatili hakkında, partimiz programında yazılı
prensibin tahakkuku için hazırlanan kanun projesi yakında Büyük Meclise sunulacaktır.
Sendikaların işçilerimiz için daha faydalı bir teşekkül olması maksadıyla
kanunda icabeden tadiller üzerinde çalışılmaktadır”. (Menderes, 1951, dr.
Sükan, 1991a: 61). 1954 yılındaki hükümet programında ise, iş hayatı şu şekilde
yer almaktaydı: “geçen dört sene zarfında memleketimizin kavuştuğu büyük iktisadi
inkişaf ve iş hacminde meydana gelen artış işçi ve işveren münasebetlerini iktidarımızdan
evvelki zamanlara nispetle çok daha emniyetli bir hale getirmiş bulunmaktadır.
Bu sebeple önümüzdeki devrelerde de işverenlerimizle işçi münasebetlerinin
içtimai adalet prensiplerine uygun olarak kanun ve nizam yollarıyla
düzenlenmesine bilhassa dikkat ve itina gösterilecektir”(Menderes, 1954, der
.Kılçık, 1992a: 35, Cilt, 5).
2.3. 1954-1960:
Demokrat Parti İktidarının Üçüncü Evresi
Özellikle
1953 yılının sonlarında baş göstermeye başlayan iktisadi krizin giderek
şiddetlenmesi ve ülkede yaşanılan muhtelif olaylar, Demokrat Parti’nin demokrasi
eksenindeki siyasal söyleminde gerçekleşen değişim ve dönüşüme ivme
kazandırmıştır. Ayrıca ülkede iktisadi krizin yanı sıra siyasal bunalım da başgöstermiş
Demokrat Parti’nin hegemonyası sarsılmaya başlamıştır. Söz konusu iktisadi ve
siyasal bunalımın kıskacı altında Demokrat Parti, giderek artan oranda baskıya
dayanmaya başlamıştır. Bu nedenle söz konusu dönem, Demokrat Parti’nin her
türlü muhalefet odağına karşı otoriter bir yönetim kurmaya başladığı ve aynı zamanda
demokrasinin de tırpanlandığı yıllar olmuştur. Örneğin Menderes, hürriyetlerin
hiçbir yerde hudutsuz olmadığını ve bütün memleketteki anlayışa uygun olarak,
hürriyetlerin tecavüzden korunması için sınırlandırılması gerektiğinden
bahsetmektedir. Hürriyetin tek taraflı olmadığını ve mağdurların da hürriyeti
olduğunu vurgulayarak, demokrasinin bir teminatlar rejimi olduğunu belirterek,
hukuk devletinin tatbikinden de söz
Etmektedir.
Bu eksende muhalefetin baskı alınmasına olanak verecek olan Ceza Kanunu’nun 153
maddesinde yapılması düşünülen değişiklikle, vazifeleri sırasında veya
sıfatlarından veya ifa ettikleri vazifelerinden dolayı, bakanları her ne
suretle olursa olsun alenen veya neşren tahkir ve tenzif edenlerin resmen takibinin
istihdaf edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.31 Bunun yanı sıra, Demokrat Parti,
iktidara gelirken geniş desteğini aldıkları aydınlar arasında
başgösteren
eleştiri dalgasına karşı da, giderek zoru seçmeye başlamıştır. Bu süreçteki
çarpıcı bir örnek, 1950 seçimleriyle iktidara geldiklerinde kendilerine methiyeler
sunan Necip Fazıl Kısakürek’in gittikçe Demokrat Parti’yi eleştiren yazılar
yazması neticesinde, Necip Fazıl’ın mahkum olması ve başyazarı olduğu Büyük
Doğu gazetesinin
kapatılmasıdır. Bu eksende Üniversiteler Kanunu’nda da değişiklik yapılması
gerektiğini belirten Menderes, bunların
üniversite
muhtariyetini yanlış anladıklarını vurgulayarak, üniversitenin siyasetle
uğraşmasını men edici hükümlerin konması gerektiğini belirterek, üniversitelerden
kendilerine yükselen muhalefeti dizginlemeye çalışmışlardır. (Menderes, 1954,
der. Kılçık, 1991e: 93, 339).
Ayrıca
Menderes Üniversiteler Kanunu’nun 46 maddesinin (d) fıkrasının değiştirilmesiyle,
profesörlük ünvanının alınmasının senatoya bırakılacağını vurgulayarak,
senatonun bir profesörün siyasete karıştığı için, üniversite camiası dışına
çıkarılmasına lüzum gördüğü takdirde, fiil ve hareketin derecesine göre profesörlük
ünvanını nezetme hakkına sahip olacağını belirtmektedir. (Menderes, 1953, der.
Kılçık, 1991e:59,76).
Bu yönde
25 yılını dolduran Yargıtay, Danıştay ve üniversite profesörlerinin re’sen
emekliye sevkedilmelerinin koşulları hazırlanmış ve hükümete tüm memurlar için
genel azil yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin içeriğine göre, hükümet görevi ne
olursa olsun, istediği memuru, altı aylık bir bekletme döneminden sonra işten
atabilecektir. Üstelik bu işlemlere karşı, ne yargı ne de başka itiraz yolu
tanınmamıştır.
Üniversitelerden
sonra siyasal partiler de Demokrat Parti’nin baskı politikasından nasibini
almıştır. İslami tabanına karşı en büyük rakip olarak gördüğü Millet Partisi
de, dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle kapatılmıştır. Hükümetin dört yıllık
icraatını özetleyen Kalkınan Türkiye isimli eserde, bazı kimselerin üniversite muhdariyetini bir nevi
siyasi dokunulmazlık
manasına
aldıklarını, günlük siyasete karıştıklarını, bir siyasi partinin lehine ve diğerlerinin
aleyhine neşriyat yapmaya başladıkları ifade edilmektedir. Ayrıca, bu kişilerin
bütün gayretlerini ve zamanlarını ilme ve gençliğe faydalı mevzulara hasretmekle
mükellef oldukları halde, kanuni ve manevi vazifelerini bir tarafa bırakarak
siyasi menfaat peşinde koştukları söylenmektedir. Bu nedenlerle vazifelerini
aksatmalarından ve üniversitelerde huzursuzluğa neden olduklarından dolayı,
ilmin bir “siyaset ticareti” haline gelmesinin önlenmesine ihtiyaç duyulduğu ve
profesörlerin siyasi partilerde fiili vazife alamayacaklarını belirten bir
kanunun çıkarıldığı vurgulamaktadır. Bkz. (Demokrat Parti, 1954: 181).
Demirel,
Menderes’e göre, yargı organlarının milli iradenin önüne geçmesinin, onu
kontrol etmesinin, sınırlandırmasının da mümkün olmadığını ifade etmektedir.
Buna örnek olarak da Menderes’in şu sözlerine yer vermektedir: Bütün kuvvetleri
Parlamento temsil eder. Yürütme yetkisini nasıl hükümete veriyor ve onu murakabe
ediyorsa, kaza yetkisini de adliyeye veriyor ve onu murakebe ediyor.
Adalet
cihazına bir nevi muhtariyet demek olan dokunulmazlık tanımak, kaza hakkını
milletten koparıp almak demektir. Bu burjuvazinin proletaryaya verdiği bir tavizdir…
Türkiye2nin sınıfsız toplumunun böyle bir tavize ihtiyacı yoktur (Sarol, 1983a:382,
aktaran, Demirel, 2005: 504-505).
Demokrat
Parti muhalefete gittikçe artan oranda uyguladığı baskı politikalarını ne kadar
uç noktalara taşıdığının tipik bir örneğini, 1954 yılında Millet Partisi genel başkanı
Osman Bölükbaşı’nın Kırşehirli olması nedeniyle 1954 seçimlerinde yeni kurduğu
Cumhuriyetçi Millet Partisini Kırşehir halkının desteklemesi ve buradan aldığı
oylarla parlamentoya girmesi sebebiyle Demokrat Parti, 1954 yılında Kırşehir’i
vilayet olmaktan çıkarıp Nevşehir’i il yaparak Kırşehir’i de Nevşehir’e bağlı
bir ilçe haline getirmesi oluşturmaktadır. Tartışmalar için Bkz . (Menderes, 1954,
der. Kılçık, 1992a: 92-95).
Memurin
Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle de memur statüsündeki bir kişinin
milletvekili adayı olabilmesi için seçimlerden en az altı ay önce görevinden
istifa etmesi şart koşulmuştur. Ayrıca seçim kanununda yaptığı diğer bir
düzenlemeyle de, bir partiden aday olmak isteyen bir kişinin herhangi bir sebep
dolayısıyla bir başka partiden aday gösteremeyeceğini de hükme bağlanmıştır. DP
kendi iktidarına karşı muhalefet saflarında oluşabilecek birleşmeleri engelleme
arzusuyla, ayrıca muhalefet partilerinin karma liste oluşturarak seçimlere
girmeleri engelleyecek kanun değişikliklerini de gerçekleştirmiştir. Böylelikle
muhalefete büyük bir darbe indirilmeye çalışılmıştır. Basında, Demokrat
Parti’yi eleştiren yazıların sıkça yer alması
karşısında,
basın ile Demokrat Parti’nin ilişkilerinin gerilmesine neden olmuş ve Demokrat
Parti’ye karşı yaygın bir muhalefetin baş göstermesiyle, basına karşı da baskı
önlemleri alınmasında gecikilmemiştir:
Bu
değişikliğin gerekçesini ise Menderes şu şekilde izah etmekteydi: “bir kimsenin
bir partiden namzetliğini isteyebilmesi için partinin nizamnamesini benimsemiş
ve o partide bir müddet bulunması lazımdır ve onun azası olmak lazım gelir. Bir
zat düşününüz, dört sene altı sene, yedi sene bir partinin azasıdır, seçim
zamanında partinin usullerine göre mebus namzedi olmak istediği halde mebus
gösterilmediği takdirde, adam anasına babasın darılıp evden kaçan çocuk gibi
yahut papaza kızıp oruç bozan insan gibi o partiyi o anda terk edecek kalkıp
gidecek ve rakip olan partiye beni namzet gösterin diyecek. Bundaki
gayriahlakilik aşikardır bu, siyaset sahtekarlığının ta kendisidir” (Menderes,
1954, der. Kılçık, 1992a: 89).
Menderes,
1956 yılında Basın Kanunu’nda yapılacak değişikliklerin amacını şu şekilde
ifade etmektedir: “Bütün gayemiz, namus ve haysiyet hususunda hiçbir hassasiyet
göstermeyen, şeref ve haysiyetlere karşı çok mübalâtsız davrananların, bir de
siyasi ihtiraslarla gözleri karadıktan sonra, bütün bir topluluğa, bütün Demokrat
Parti topluluğuna envaiçeşit ağır ithamlar altında “haysiyetsizlik, namuzsuzluk,
şerefsizlik” ithamları altında bulundurulmalarının, matbuat hürriyeti cümlesinden
olduğunu kabul etmemektir” (Menderes, 1956, der. Doğan, 1957: 279).
Ağaoğlu,
daha sonra anılarında, dünyanın hiçbir demokrasisinde hiçbir devlet ve siyaset
adamının Menderes kadar, haksız olarak gazetecilerin kurbanı olmadığını hatta,
hükümet idaresinde gazetecilere, devlet sorumluluğu bakımından doğru olmadığı
kuvvetle iddia edilebilecek kadar geniş kucak açtığı halde, demokrasi tarihinde
gazetecilerin yediği gerçekten basın dostu büyük başlardan birinin de Menderes
olduğunu belirtmektedir.
Ceza
Kanunu’nun 161. maddesinde yer alan “harp esnasında ammenin telaş ve heyecanını
mucip olacak veya halkın maneviyatını kıracak veya düşmen karşısında memleketin
mukavemetini azaltacak şekilde asılsız, mübalağalı veya maksadı mahsussa
müstenit havadis veya haberler yayan veya nakleden veya milli Neşir
yoluyla şeref ve haysiyetlere tecavüz, şantaj, yalan haber ve havadis yaymak
suretiyle ammenin huzur ve sükununun bozulması
ve memleketin yüksek menfaatlerinin zarara uğratılması ve
hatta yurdun selamet ve emniyetine kastetmek gibi hususlarda mevzuatımızı işlemek
ve boşlukları doldurmak lüzumuna dair hasıl olan kanaat neticesindedir ki,
gazetelerimizde bir zamandan beri bahis mevzuu olan kanun tasarısı hazırlayarak
meclise sevketmek mecburiyetini hissetmiş bulunuyoruz ancak bu şekilde, neşir
hürriyetinin kötüye kullanılmasına mani olmak hususunda lüzumlu ve zaruri
hükümleri vazederken demokratik rejimin temel şartı olduğuna asla tereddüdümüz
bulunmayan matbuat hürriyetini gölgelendirecek bir hududa gitme kimsenin
aklından geçmez (Menderes,
1954, der. Kılçık, 1991e: 339).
Demokrat
Parti’nin giderek otoriterleşmesine verilebilecek bir diğer örnek de hükümetin
radyo olanağından, en azından seçim dönemlerinde, muhalefetin de yararlanmak
istemesi talebinin geri çevirmesidir. Demokrat Parti, CHP tarafından seçim
sisteminde bir tavize zorlanmış, keza, muhalefetteyken Demokrat Parti de CHP
hükümetinden seçim sisteminde bir düzenleme gerçekleştirmesini istemişti, fakat
Demokrat Parti muhalefetin seçimlere menfaatlere zarar verecek herhangi bir
faaliyette bulunan kimse beş seneden aşağı olmamak kaydıyla ağır hapis
cezasıyla cezalandırılır” hükmü, yapılan değişiklikle sulh dönemine uyarlanarak
bu suçların sivil adli makamlarca görüleceği öngörülmekteydi. Detaylı açıklama
için bkz. (Menderes, 1954, der. Kılçık, 1991e: 338-343).
“Yeni
mevzuata göre radyo da Demokrat Parti konuşmayacak, başka partiler de konuşmayacaktır.
Fakat hükümet parti değildir. …kaleminden kan damlayan arkadaşımız, 10 dakika
tahrifat yaparak konuşacak ve Demokrat Partinin 4 senelik idaresinin bütün
köylere kadar nüfus eden çalışmaları ortadan silinecek ve devlet çapında ta
uzak köşelere kadar yayılmış o işler millet tarafından görülmeyecek, takdir olunmayacak
sadece radyoda 10 dakika konuşmakla bütün işler olup bitecek; buna imkân
yoktur. İşte muhalefetin elinden alınan böyle bir silahtır.”(Menderes, 1954,
der.Kılçık, 1992a: 83).
Menderes,
yine 1957 yılında muhalefetin radyoda konuşma talebine şu cevabı verecektir:
“…Burada söyledikleri yetmiyormuş gibi bunu radyo ile bütün memlekete bütün
dünyaya duyuracaklar. Bu nazik devirde, memleketin bu gaileleri içinde
iktidarın esasen çok ağır olan mesuliyetlerini en ileri bir mesuliyetsizlik
hissiyle büsbütün iktihamı gayrikabil bir hale getiren bir muhalefete devletin
bütün vasıta ve imkânları nasıl tevdi olunur? Buna layık
oldukları
günü de, görürüz, inşallah arkadaşlar.” (Menderes, 1957, der. Doğanb, 1957:
341).
Menderes,
Halk Parti’sinin isteği olan nisbi seçim sisteminin şiddetli aleyhtarı olduklarını
belirterek, İnönü’yü iki sözlü bir şahsiyet olarak suçlayarak aslında Halk
arasına girmeme tehdidine rağmen, bu talebi kabul etmemiştir.
Demokrat
Parti dini siyasete alet edilmesi taktiğiyle somutlaşan siyasal stratejisiyle,
dinsel tabanına en büyük rakip olarak gördüğü Millet Partisi’ni etkisiz hale
getirdikten sonra, İslami çevrelerde Demokrat Parti’ye yönelik hoşnutsuzluğun
artmasıyla birlikte, söz konu çevreleri de denetim altına almaya yönelik
olarak, Vicdan ve Toplanma Hürriyetlerinin Korunması Hakkındaki Kanun
Tasarısı43 hazırlamıştır. Menderes bu kanun tasarısının gerekçesini ise şu
şekilde açıklamaktadır: Bu tasarı hakikatte iki mevzu ihtiva etmektedir.
Bunlardan biri dini siyasete alet etmek suçunu bariz suretle ele alarak sarih kıstaslara
ve müeyyidelere bağlama mevzuu, diğeri de, siyasi toplantılarda, senelerden
beri ve hassaten son zamanlarda kesretle
görülmekte olan ve çok teessüfe şayan ve had ve derecelere
kadar götürülmüş olan tecavüz ve hakaret fiililerinin önlenmesi mevzuu. İktidara
gelmenin tek vasıta ve yolunu, dini siyasete alet etmekte, haysiyetli ve
şerefli insanları, asgari ve muayyen bir prestije sahip olması gereken
otoriteleri, şehirlerde ve köylerde, sokaklarda ve köşe başlarında ayaklar
altında mütemadiyen çiğnenmekte ve bu suçlarından dolayı hiçbir ceza görmemekte
bulunanlar, bu tasarının kanuniyet kesbetmesinden korksunlar (Menderes, 1953, Kılçık, 1991e:
79-80).
Bu
dönemde ilginç olan bir nokta da, muhalefette bulunan CHP’nin Demokrat Parti
muhalefetteyken savunduğu birçok şeyi savunur hale gelmesi, Demokrat Parti’nin
de CHP’nin iktidardayken sahip olduğu tutuma çok yakın Partisi’nin nisbi seçim
taraftarı olmadıklarını, 1950’ye kadar ekseriyet sisteminin şiddetli
savunucuları olduklarını vurgulamaktadır. Fakat siyasi bir oyun olarak iktidardan
düşer düşmez derhal nisbi seçim taraftarı olduklarını ve İsmet Paşa’nın bu
siyaset terkibini ve oyununu iktidara gelebilmenin bir yolu olarak seçtiğini de
sözlerine eklemektedir. (Menderes, 1957, der. Kılçık, 1992b: 384-386). “Demek
oluyor ki iktidarda olan Halk Partisi lideri İsmet İnönü’ye göre, seçimlere
girmemek,
en az, memleketi harice kötülemek, halkı meşru yollardan ayırmak,
ihtilale
teşvik etmek, Balkan komiteciliği yapmak, şiddet politikasına gitmek demektir.
Bugün ise, büyük vatanperverliktir. Görülüyor ki memlekette bir rejim buhranı
değil, fakat siyasi bir ahlak buhranı vardır. Bereket versin ki, biz bir zamanlar
muhalefet yapmışız. Eğer yapmamış olsaydık, bugün onlar ne yapacaklarını, nasıl
hareket edeceklerini dahi bilemeyeceklerdi…. seçimlere iştirak etmemeleri bizim
meşruiyetimize zerre kadar halel getirmez”(Menderes, 1955, der.Kılçık, 1992a:
408).
İdari
mercilere toplantıyı susturma ve feshetme yetkisi tanınarak bu feshetme neticesi
vuku bulur bulmaz adli makamlara intikal ettirilerek cezai müeyyide uygulanacaktır.
Bu
süreçte demokrasi, hak ve özgürlüklerin savunusu giderek artan ölçüde CHP’nin
siyasal söylemine otururken, giderek genişleyen bir muhalefet varlığı
karşısında Demokrat Parti, giderek dozunu artıran otoriter tutum içerisine
girmiştir. Siyasal ve iktisadi bunalımın derinleşmesi, Demokrat Parti’nin
demokrasi söylemini giderek işlevsiz hale getirmiş ve siyasal iktidarın bu
süreçte giderek artan oranda baskıya dayanarak otoriterleşmesi süreci,
demokrasinin CHP siyasal söylemine yerleşmesini kolaylaştırarak, DP’nin hırçın
bir politika izlemesine neden olmuştur. Örneğin Menderes, bir memlekette meşru,
gayri meşru, seçimle ya da seçimsiz olarak, her ne pahasına olursa olsun
iktidarı ele geçirmek isteyenlerin, memleketi yıkıcı faaliyetlerin hedefi
yapmak isteyenlerin, aşırı derecede hürriyet taraftarı
göründüklerini
hatta mesuliyetsizlik hududuna kadar giden taleplerde bulunduklarını
vurgulayarak, bunları yapmakla asıl amaçlarının maksatlarını gerçekleştirecek
ihtilal koşullarını kolaylaştırmak olduğunu söyleyecektir. Şüphesiz bu hırçın
siyasetin önemli bir itkisi, iktisadi krizin giderek derinleşmesi ve 1958
yılında hükümetin bütün ayak diremesine rağmen IMF güdümündeki istikrar
politikalarına boyun eğilmesiyle sonuçlanmasıdır. Bu
süreçte
siyasal bunalımda keskinleşmiş ve bunun en açık göstergesi de, ihtilal söylentilerinin
ülkede kol gezmesi ve bunun karşısında Demokrat Partinin kin ve husumet cephesi
olarak nitelendirdiği muhalefete karşı, açıkça milleti Vatan Cephesi kurmaya48
çağırmasıdır.49 Vatan Cephesi’nin kurulması yönündeki (2005:503), Menderes’in
otoriter yönelimini, Tek Parti döneminin hayaletiyle sürekli bir polemik
vasıtasıyla meşrulaştırdığını ve CHP’nin Tek Parti zihniyetinden “anarşiye
varan aşırı hürriyetçiliğe” kaymasındaki sinizmi”, bilcümle demokratik hak ve
özgürlük taleplerini itibarsızlaştırmak için işlediğini belirtmektedir.
“Hürriyet
devrini biz getirdik. Bu devir Demokrat Parti ve Türk milletinin mücadelesi ile
geldi. Hürriyet rejimi hürriyet havasının bu memlekette teneffüsünü mücadelemiz
mümkün kıldıktan sonradır ki, bunlar görülmemiş bir fırsatçılık ile bedavadan
hürriyet kahramanı kesilmeye çıktılar”(Menderes, 1960, der.Kılçık, 1992d: 303).
Demokrat
Parti’nin muhalefeti bir ihtilal hazırlığında bulundukları iddiası ile ilgili
olarak 1958-1959
yıllarında Türkiye’nin aşırı bir sinir gerginliğine girdiğini belirterek, söz
konusu süreçteki tansiyonun yüksekliğine örnek olarak da, Menderes’in “bu
demokrasi değildir, bu bir kan davasıdır!” sözünü ve buna karşılık İnönü’nün de
1958 yılında Gaziantep’te yapmış olduğu konuşmada yer alan “şiddet yoluna
gidenler, ya gerçekten yola geleceklerdir. Yahut da İnönü’nün canını
alacaklardır!” ifadesini göstermektedir.
Çağrı,
toplumsal kutuplaşmanın en uç göstergesini oluşturmasının yanı sıra, aynı
zamanda, Demokrat Parti’nin yaşadığı temsil bunalımı nedeniyle, hegemonyasını
diğer sınıfsal kesimler üzerinde tesis edememesi ve onları kendi parti
saflarına çekememesi nedeniyle, diğer siyasal partilerle açık bir siyasal çatışmaya
girmesinin de bir ifadesi olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda, bu cephenin
teşkiline yönelik çağrı, Demokrat Parti’nin ve temsil ettiği sınıf
fraksiyonunun
kesimsel çıkarlarına dayalı örtülü bir diktatörlüğün tezahürü olarak da
değerlendirilebilir. Bu koşullar altında bir yandan muhalefetin kızıştırdığı
ihtilal söylentileri diğer yandan üniversite öğrencileri arasında gittikçe
yayılan iktidar partisi aleyhine gösteriler, Demokrat Parti’nin gittikçe dozunu
artırarak, sistemli bir şekilde uyguladığı baskı politikasının en uç noktası
olarak tahkikat komisyonunun kurulmasına sebep olmuştur. İktidar
partisi
tarafından CHP’nin kışkırttığını iddia edilen artan öğrenci protestoları ve mitingler
ülkede sıkıyönetimin ilan edilmesine yol açacak derecede Tahkikat Komisyonu’nun
kurulmasına ilişkin verilen önerge mecliste müzakere edilirken İnönü söz
istemiş ve şu açıklamayı yapmıştır: “Bu önerge kabul edildiği andan itibaren
siyasi hayatımız tamir ve devam kabul etmez bir uçuruma atılacaktır.
Önergenin
temeli muhalefeti, hususiyle C. Halk Partisi ve basını itham etmeyi esas alıyor
ve birtakım tedbirler teklif ediyor. Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş hakları
zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilâl bemehal olur. Biz böyle bir ihtilâl içinde
bulunmayız. Böyle bir ihtilal (bizim) dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar
tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim dedik, demokratik rejim kurulmuştur.
Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline dönüştürmek
tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şimdi
arkadaşlar, şartlar
tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır… İhtilâl ne için
yapılır? Eğer ihtilâl vatandaş için başka çıkar yol yoktur, kanaati zihinlere
ve bütün müesseselere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır. Bundan
içtihap kâbil değildir” (İnönü, 1993: 295-300).
Albayrak
(2004: 530), muhalefetin kamuoyu önünde giderek güçlenmesinin iktidarı rahatsız
ettiğini ve iktidarın erken bir seçime hazırlandığı o günlerde, en güçlü rakibi
olan CHP’den herhangi bir şekilde kurtulunması gerektiğini ya da siyasi bakımdan
onu etkisiz hale getirmesi gerektiği yönünde bir inancın ön plana çıkmaya başladığını
belirtmektedir. Bu doğrultuda kurulması düşünülen Tahkikat Komisyonu’nun DP
meclis Grubu’nda müzakeresinden sonra bir bildiri yayınlanmış ve bu bildiride
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin yıkıcı gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin
memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyeti ve hakikatlerinin nelerden
ibaret olduğunu tahkik ve tesbit etmek ve bununla beraber memleketin her
tarafında yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif
sebeplerine intikal etmek, ezcümle matbuat meselesini, adli ve idari mevzuat ve
bunların ne surette tatbik edilmekte olduğunu tetkik ederek bir neticeye varmak
üzere Meclis Tahkikatı açılmasına” karar verildiği açıklanmıştır….
Sonuç:
CHP’nin
yedinci büyük kurultayında resmen Tek Parti iktidarının sonu ilan edildikten
sonra, çok partili siyasal rejime geçilmiş ve birçok parti kurulmuştur. 1945
yılında başlayan ve 1960 yılına uzanan süreçte, özellikle CHP ile DP arasındaki
siyasal iktidar mücadelesi şiddetlenmiş ve çeşitli toplumsal kesimlerin bu
mücadeleye kanalizasyonunda ve partilerin hem ülke
içindeki
hem de uluslararası platformdaki meşruiyet arayışında, demokrasi hem Demokrat
Parti’nin hem de CHP’nin siyasal söyleminin ana teması olmuştur.
Demokrat
Parti’nin 1945-1950 yılları arasındaki muhalefet döneminde demokrasiyi siyasal
söyleminin merkezi teması olarak ön plana çıkarması, hem ülke içindeki hem de
ülke dışındaki meşruiyetinin tesisinde önemli bir işlev üstlenmiştir. Ayrıca
söz konusu dönemde Demokrat Parti’nin demokrasi savunusu ve demokrasinin
içerdiği temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi ve genişletilmesi talebi de,
yine büyük ölçüde, Tek Parti iktidarı döneminde
iktidarın
uygulamalarından şikâyetçi olan çeşitli toplumsal kesimlerin CHP ile yürüttüğü
siyasal iktidar mücadelesine kendi saflarında kanalize edilmeye çalışılması
amacıyla yakından ilişkilidir. Zira Demokrat Parti, iktidarının ilk yıllarından
başlayarak, darbe ile iktidardan indirildikleri 1960 yılına kadar, 52 Örneğin
Menderes, İsmet İnönü’ün mazide işgal etmiş mühim mevkiler nedeniyle kendisine
atfedilen sıfatlar, payeler ne olursa olsun bunların bir tarafa bırakılarak onun
her şeyden evvel kanunlara muti bir vatandaş rütbesine, rütbei refiasına esat etmenin
gerekli olduğunu belirterek, başka türlü bu memlekette ne memleket idare etmenin
ne BMM olarak millet iradesini kullanmanın ne de demokrasi nizamını
tesis
etmenin imkânı olmadığını da sözlerine eklemektedir. Hükümetin gizlenen bir süngünün,
gizlenen değil apaçık ortaya çıkarılan bir süngünün tehdidi karşısında vazife
ifa etmesinde türlü zorluklar, hatta şaşırtıcı, tedbirleri almak imkanını
ortadan kaldıracak şartlar karşısında bulunabileceğini de vurgulamaktadır.
Ayrıca İnönü’nün süngüsü altında icraatta bulunmalarının olanaksız olduğundan
hareketle de korku ile demokrasinin bir arada yaşatılmasının mümkün olmadığını
da söylenmektedir. Bu doğrultuda da aldıkları tedbirlerle herkese haddinin
bildirileceğini ve herkesi nizamın hizasına sokacak tesir ve mahiyeti haiz
olduğundan ve bu tedbirleri zamanında hatta biraz geç kalmakla birlikte cesaret
ve isabetle tedbir kararı aldıklarını da belirtmektedir. Artık hiç kimse BMM
üstünde ve kanunun dışında
istediği
gibi bu memleketi tehdit etmek imkan ve ihtimaline sahip olamayacağını da
eklemektedir.
(Menderes, 1960, der. Kılçık, 1992d:
235).
Bu bağlamda
söz konusu süreçte Demokrat Parti’nin siyasal söylemi, demokrasi savunusundan,
demokrasinin hudutlarının vurgulanmasına kaymıştır. İlginç olan, CHP muhalefet
yıllarında, Demokrat Parti’nin muhalefet yıllarındaki taleplerini ve
söylemlerini anımsatırcasına oldukça benzer bir siyasal üslup ve söylem
geliştirmiştir. Bu doğrultuda 1950-1960 yıllarının demokrasi savunuculuğunu CHP
üstlenmiş ve siyasal söyleminin temel motifi demokrasi olmuştur. Her iki parti
özelinde de denilebilir ki, hem CHP hem de DP,
demokrasiye
oldukça pragmatik olarak yaklaşmışlar ve birbirlerine karşı yürüttükleri
siyasal iktidar mücadelesinde, demokrasi kavramının içeriğini, hem dönemin
konjonktürü hem de bu konjonktürün belirleyiciliği altında partilerin çıkarları
belirlemiştir. Bu bağlamda da siyasal söylemlerinde ve demokrasi algılarında
konjonktüre uygun olarak partilerin amaçlarına dönük kimi temalar ön plana
çıkarılmıştır. Demokrasi kendi içinde bir amaç olarak değil de, bir araç
olarak
telakki edilince de, iktidarda buluna partinin siyasal iktidarı ve otoritesi sarsılır
sarsılmaz ilk iş, kendilerini iktidara taşıyan temel siyasal söylemlerinden biri
olan demokrasinin yeniden etkisiz hale getirilmesi, en azından çeşitli şekillerde
ve araçlarla sınırlandırılması olmuştur.
Kaynakça:
Ahmad, Feroz ve T. Bedia Ahmad
(1976), Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi:1945-1971
(Ankara: Bilgi Yayınevi).
Ahmad, F. (1992), Demokrasi
Sürecinde Türkiye:1945-1980 (İstanbul: Hil Yayınları) (Çev.: A. Fethi).
Ağaoğlu, S. (2004), Arkadaşım
Menderes (İstanbul: Alkım Yayınevi).
Albayrak, M. (1994), Türk
Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960) (Ankara: Phoenix Yayınevi).
Aydemir, Ş. S. (2007),
Menderes’in Dramı? (İstanbul: Remzi Kitabevi).
Bayar, C. (1947), Nutuk
(Ankara: Demokrat Parti Başkanlığı Yayınları).
Bora, T., (2005), “Adnan
Menderes,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Liberalizm, Cilt.7 (İstanbul:
İletişim Yayınları).
Boratav, K. (2006), Türkiye’de
Devletçilik (Ankara: İmge Kitabevi).
Buğra, A. (2008), Kapitalizm,
Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika (İstanbul: İletişim Yayınları).
Demirel, T. (2005), “Demokrat
Parti,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Liberalizm, Cilt.7, (İstanbul: İletişim
Yayınları).
Demokrat Parti (1949), Tüzük
ve Program (Ankara: Doğuş Matbaası).
Demokrat Parti (1954),
Kalkınan Türkiye (Ankara: Desen Matbaası).
Eroğul, C. (1990), “Çok
Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-1971”, Schick, İ.C ve E.A Tonak (eds.),
Geçiş Sürecinde Türkiye
(İstanbul: Belge Yayınları).
Pınar Kaya Özçelik Demokrat
Parti’nin Demokrasi Söylemi 187
İsmet İnönü (1993), İsmet
İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları (1920-1960), Cilt:2, (Ankara: TBMM
Kültür ve Sanat Yayın Kurulu
Yayınları) (haz. Ali Rıza Cihan).
Karpat, K. (1967), Türk
Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası).
Koçak, C. (2009), “1940’ların
İkinci Yarısında Sosyal Politika: Devlet Sınıflar, Partiler ve
Dayanışmacı/Vesayetçi
İdeoloji,” Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, (İstanbul: İletişim Yayınları).
Koçak, C. (2010), İkinci
Parti: Türkiye’de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları (1945-1950) (İstanbul:
İletişim Yayınları).
Koray, M. (2005), Sosyal
Politika (Ankara: İmge Kitabevi).
Köymen, O. (2008), Kapitalizm
ve Köylülük:Ağalar, Üretenler, Patronlar (İstanbul: Yordam Kitap).
Makal, A. (2002), Türkiye’de
Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri:1946-1963 (Ankara: İmge Kitabevi).
Menderes, A. (1957a), Adnan
Menderes’in Konuşmaları-1 (İstanbul: Ekicigil Yayınları).
Menderes, A., (1957b), Adnan
Menderes’in Konuşmaları-2 (haz. Esirci, Şükrü) (İstanbul: Ekicigil Yayınları)
(haz. Şükrü Esirci).
Menderes, A. (1967), Menderes
Diyor Ki…, Cilt. 1 (haz. Esirci, Şükrü) (İstanbul: Demokrasi yayınları).
Menderes, A. (1990), Nutuklar
(İstanbul: Mesafe Yayınları).
Menderes, A. (1991a), Başbakan
Adnan Menderes’in Meclis Konuşmaları: 1950-1960 (Ankara: Kültür Ofset Limited
Şirketi) (haz. Sükan, Faruk).
Menderes; A. (1991b), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 1 (Ankara: Demokratlar Kulübü
Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1991c), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 2 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1991d), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 3 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1991e), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 4 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1992a), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 5 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1992b), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 7 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1992c), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 8 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Menderes, A. (1992d), Adnan
Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, Cilt: 9 (Ankara: Demokratlar
Kulübü Yayınları) (haz. Haluk Kılçık).
Öztürk, K. (1968), Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetleri ve Programları (İstanbul: Baha Matbaası).
Tekeli, İlhan ve Selim İlkin
(2004), Cumhuriyetin Harcı: Modernitenin Altyapısı Oluşurken (İstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları).
Tezel, Y. S. (2002),
Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları).
Yerasimos, S. (1980),
Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye:Bizans’tan 1971’e (İstanbul: Gözlem Yayınları)
(Çev.: B. Kuzucu).